Avrupa 2. Öykü Yarışması Sonuçları

Avrupa 2. Öykü Yarışması Sonuçları

 

22 yıldır Hollanda'da aylık yayımlanan Platform Dergisi ve Kadın Dergisi'nin birlikte organize ettiği Avrupa öykü yarışmasına yoğun ilgi oldu.

 

10 senedir Avrupa genelinde düzenlediği Şiir yarışması ile bir marka haline gelen Platform Dergisi, Avrupa Öykü Yarışmasıda düzenleyerek bir ilke daha imza atmıştı.

 

Platform Dergisi ve Kadın Dergisi'nin 2010 yılında düzenlediği 1. Avrupa Öykü Yarışmasına Avrupa, Türkiye ve dünyanın çeşitli ülkelerinden 115 öykü ile büyük bir katılım olmuştu.  Özellikle kaliteleri birbirlerine yakın olan öyküler kendi aralarında kıyasıya yarıştılar.

 

Bu sene gerçekleştirilen 2. Avrupa Öykü Yarışmasına Yoğun Katılım Oldu

 

Avrupa’nın birçok ülkesinden ve Türkiye’den yoğun katılım oldu.

 

Birinci :  Asiye adlı öyküsüyle  Dursaliye Şahan  (İngiltere )kazandı.

 

İkinci :  Abdullah Bin Mükerrer’in Hikâyesi adlı öyküsüyle Bülent Başaran  (Türkiye - Adana )kazandı.

 

Üçüncü:  Tahtadan Dünyalar Ateş Aldı Sobadan öyküsüyle Serra Gök (Türkiye- İstanbul) kazandı.

 

Dördüncü : İntikam Bazen Bir Aperatiftir adlı öyküsüyle Kerime Sak ( Türkiye - İstanbul) kazandı.

 

 

 

1.Olan Öykü

 

Sivas’ın Geyikpınar Köyü’nde doğan Dursaliye Şahan; dört yaşında ailesi ile birlikte İstanbul’a göç etti. İstanbul’daki 13 yıllık banka memurluğundan sonra Londra’ya yerleşti. Irkçılık ve göçmenlik temalarının ağır bastığı öyküler, tiyatro oyunu ve romanlar yazan Şahan; zaman zaman yazı atölyeleri düzenliyor.

 

Kitapları:


Benekli Vakvak (çocuk masalı) Ayarsız Kadınlar Cemiyeti (roman ) Parantez Aşklar (öykü) Tottenham Çocukları (roman) Ah O Kadınlar (öykü), Hikâye Hırsızı(2012) Zabit Londra’da (Karikatür), Uçan Halı (Çocuk hikâyesi) Fakir Cennet(öykü), Döndü (öykü)

 

ASİYE

 

Sınıfa girip, çoğu papatya olan kurutulmuş çiçekleri ve yaprakları tek tek dağıtarak koltuğuma oturdum.

 

En önde oturan Kıbrıslı Ayşe Hasan, muzip muzip gülümsedi. “Niye gülüyorsun?” der gibi göz kırptım. Kıbrıslı aksanıyla, “E ne yapacaz şimdi bunları?” dedi.

 

“Bilmem Ayşe.”

“Ama hiç olur öğretmenim? Lâzım sen bilesin, sonra bize söyleyesin.”


“Resmini yapacaksınız Ayşe. O elindeki nergisi, tam karşına koyacaksın; sonra kalem kullanmadan sadece boyalarla resmini...”


Tam bu sırada dışarıdan, Müdür Bey’in gergin sesi duyuldu.


“Gayıtlarımız bitti!”

“Ama biz taaa Fullham’dan geldik.”

Çocuklara dönüp, “Vakit kaybetmeden başlıyorsunuz!” diyerek sınıftan çıktım.

“Ekrem Bey, bir sorun mu var?”

“Yoktur bi şeycik.”


Şaşkın bakışlarını yüzümden alamayan kadınla kısa bir süre göz göze geldik. Ne söyleyeceğini bilemiyor gibiydi. Yanındaki küçük kızın başını okşadım.


“Adın ne bakalım senin?”

“Asiye.”

Ekrem Bey, sınıfı bırakıp çıkmamdan hoşlanmamıştı.

“Hocam, siz dersinize dönün lütfen...”


“Çocuklar ne yapacaklarını biliyorlar Müdür Bey. İzin verin, hanımefendi ile bir de ben konuşayım.”


Kadının yüzündeki şaşkınlık, hüzünlü bir ifadeye dönüşmüş gibiydi. Bu kez yüzüme bakmadan, dudakları titreyerek konuşmaya başladı.


“Asiye de resim yapmak istiyor. Arkadaşı buraya geliyormuş.”


Neşeyle omuzlarımı silktim.

“Gelsin tabii. Ne güzel.”

Müdür Bey, beni durdurmak ister gibi araya girdi.

“Ama gayıt tarihi geçti diyorum.”

“Müdür Bey, Asiye’yi alalım lütfen. Toplam 22 öğrenciyiz. Sınırımız 25 değil miydi?”


Müdür Bey’in yanıtını beklemeden Asiye’nin elini tutup annesine baktım. Yüzüme hiç bakmadan, “Ben burada beklerim.” dedi.


Asiye ile birlikte sınıfa girdik ama aklım annesinde kalmıştı. Neden öyle birdenbire ağlayacak gibi olmuştu? Küçük kıza dönüp, “Hadi bakalım, adını soyadını tahtaya yaz da hepimiz öğrenelim. Değil mi çocuklar?”

 

Bütün sınıf, “Evet öğretmenim!” diye bağırdı.


Küçük kız, elinden geldiğince düzgün harflerle adını soyadını yazıp kalemi, tekrar bana uzattı. Sınıfa dönüp, her zamanki işaretimi verdim. Çocuklar tahtaya bakarak hep bir ağızdan, “Aramıza hoş geldin Asiye!” dediler.

 

“Pekiii, Asiye nereye otursun çocuklar?”

Bu sorunun cevabını da ezberlemişlerdi.

“İstediği yere otursun öğretmenim.”

 

Asiye, gülümseyerek yan tarafa doğru kayan Kıbrıslı Ayşe’nin yanına ilişti. Ayşe, her zamanki gibi kıkırdadı.

 

Zil çaldı. Asiye’nin annesi olduğunu tahmin ettiğim kadın, kapının yanında bekliyordu. Bakışları yerdeydi.

 

“Haftaya saat onda gelin lütfen.”

 

Evet anlamında başını sallayarak, “Müdür Bey kaydımızı yaptı.” dedi.

Asiye, elindeki papatya resmiyle yanımıza geldi.

 

“Anneanne, bak ne yaptım!”

 

Şaşırma sırası bendeydi.

 

“Aaaa, ben kızınız sanmıştım!”

 

Boynunu bükerek, “Yok, torunum.” dedi.


Adımı söyleyerek elimi uzattım. Gözlerini kaçırarak, “Benim adım da Asiye.” dedi. Ses tonunda bir tuhaflık vardı. Bir şey söylememi bekler gibi kısacık bir an yüzüme baktı. Yanıt vermediğimi görünce torununun elinden tutup hızlı adımlarla uzaklaştı. 

 

Başım ağrıyordu. Okuldan çıkar çıkmaz hiç bir yere uğramadan eve döndüm. Alelacele bir kahve yapıp pencerenin yanına gittim. Ayaklarımı uzatıp, sitenin önünden geçen kanalda arka arkaya ilerleyen küçük kanoları seyretmeye başladım.


Torunuyla aynı adı taşıyan Asiye Hanım’ın yüzünü, bir yerlerden anımsayacak gibiydim ama çıkaramıyordum. İstanbul’dan ya da annemin mahallesinden... Kim bilir?

 

Gece yatakta kitap okurken birden iğne batırılmış gibi fırladım. Nefes alamıyordum. Bu Asiye, o Asiye olabilir miydi? Tek başıma odanın içinde kendi etrafımda dönerek bağırmaya başladım.

 

“Aaaaa! Hayır olamaz!”


Ellerimle saçlarımı çekiştirmeye, karşımda birileri varmış gibi dövünürcesine konuşmaya başladım.

 

“Ama Asiye, ben seni çok aradım. Onca yıl karşıma çıkmadın. Şimdi bu gurbet elde… Böyle mi olacaktı?”

***


Asiye Trabzonluydu. Ortaokula başladığı yıl İstanbul’a gelmişlerdi. Sokağın sonundaki bahçeli küçük evde oturuyorlardı. Ben, köpeklerden çok korkuyordum. Okula birlikte gidip gelmeye başlamıştık.

 

“Hiç korkma onlardan da! Bir şey yapmazlar.” demiş; bana, köpekleri sevmesini öğretmişti.


Öğretmenimiz, Asiye’nin yersiz “da”larına çok kızıyordu.


“İstanbul Türkçesiyle konuşacaksınız Düzgün, tane tane ve yanlışsız. “Da” ne demek? Ne kadar ayıp? Bir öğrenciye yakışıyor mu?”


Zaten utangaç bir yapısı olan Asiye, öğretmen konuştukça yerin dibine giriyordu. Artık konuşmaya korkar olmuştu. Çocuklar alay etmeye başladıklarında gözleri dolu dolu bana bakar, âdeta yardım isterdi. Ben, onun sessiz çığlıklarını anlamamazlıktan gelir; hafifçe tebessüm ederdim. Bir kez bile ona destek olmamıştım. Çocuktum. Öğretmenin söylediği gibi, Türkçe’nin sadece İstanbul lehçesiyle  konuşulması gerektiğine inanıyordum. Konuşamayanın cezalandırılması, tecrit edilmesi, aşağılanması normalmiş gibi geliyordu.


Birgün tenefüste alay eden çocuklardan ayrılıp bir köşede ağlamaya başlamıştı. Yanına gidip azarlarcasına, “Sen de niye da diyorsun ki?” dedim.


Bütün masumiyetiyle, “Elimde değil ki. Böyle alışmışım.” demişti. En yakın arkadaşı bendim. Onu anlamam gerekirdi ama hayır. En küçük bir empati bile kuramamıştım.

 

“Benim de annem güzel konuşmuyor ama bak ben onu taklit etmiyorum. Ne güzel konuşuyorum değil mi?” diyerek alay eden çocukların arkasından yürüdüm.


Aslında içimde, gizli bir kıskançlık vardı. Asiye, bütün yazılılardan pekiyi alıyordu. Ama sözlülerde ağzını, bıçak açmıyordu. Bu yüzden bütün takdir ve teşekkürleri kaçırıyordu. O çok sevdiği köpeklere benzeyen bir yanı vardı. Ben, ona yardım etmesem de o, her ihtiyacım olduğunda elini uzatıyordu. Yardım istememe bile fırsat vermiyordu.

 

Herkesin bilmediği, sadece benim tanık olduğum bir yanı daha vardı. Tam bir kitap kurduydu. Ödevlerimizi, birlikte yapıyorduk. Bütün kompozisyonlarımı, nazlanmadan yazıyordu. Annemin okumam için verdiği kitapları da ona veriyordum. Bir çırpıda okuyup bana anlatıyor, ben de anneme anlatıp kurtuluyordum.

 

Birlikteyken ne çok gülerdik. Ama okulun kapısından içeri adım attığımızda Asiye, âdeta lâl oluyordu. Onun kaya gibi suskunluğunu, öğretmenlerimiz bile fark etmiyordu. Ben biliyordum ama onun o acınası durumunu, hiç önemsemiyordum.


En büyük hayâli, öğretmen olmaktı. Anlatırken gözleri, ışıl ışıl olurdu. Ben, ”Polis ol! Birlikte filmlerdeki gibi maceralar yaşarız.” diye huysuzluk yapardım. O, “Ben tabanca sevmiyorum ki.” derdi.


Dört gözle, öğretmen lisesi sınavlarını bekliyordu. Başvurular başladığında o kadar heyecanlanmıştı ki dudağının kenarında uçuk çıkmıştı. Bir türlü idareden formları istemeye cesaret edemiyordu. Sonunda ağlamaklı hâline dayanamayıp,  “Aman Asiye, sen de ne pısırıksın!” diyerek, bi koşu formları alıp getirdim ve sertçe sırasına bıraktım. Ona, ilk kez destek oluyordum. Onu da başına vura vura yapmıştım. Yine de bana sarılıp fısıldayarak teşekkür etmişti.


Özenle doldurduğu formları öğretmene verirken elleri titriyordu. Sınıf öğretmenimiz, formları alınca bir kaşını kaldırarak, “Asiye, öğretmenlik kolay mı sanıyorsun?” dedi.


Asiye, başını önüne eğmiş hiç konuşmuyordu. Öğretmenimize baktım. Yüzünde, alaycı, tepeden bakan bir tebessüm vardı. Ben de gülümsedim. Asiye, bizi görmemişti ama o gülümsemeyle nasıl bir suça ortak olduğumu yıllar sonra anladığımda yaşadığım eziklik, hep yüreğimde kalacaktı. Ölünceye kadar taşıyacağım o suç, gittikçe büyüyecekti.

 

“Bir öğretmenin Türkçesi kusursuz olmalıdır, değil mi Asiye?”


Bir suçlu gibi başını önüne eğmiş olan Asiye’nin ayaklarına, iki damla gözyaşı düştü.


O anda, “Ama öğretmenim, Asiye konuşurken da demiyor artık. Alay edilmekten korktuğu için susuyor ve sözlülerde hep zayıf alıyor.” diyebilirdim ama dememiştim.


İki hafta sonra sınava katılacaklar açıklanmıştı. İsimler tek tek okunurken Asiye, öylece, gözleri yerde sessizce bekledi. Son saniyeye kadar adının okunmasını umut ediyor gibiydi. Kim bilir o anda içinde nasıl bir fırtına kopuyordu. İsimlerin okunması bittiğinde neden sınava alınmadığını sormak şöyle dursun, başvurduğunu bile kimseye söyleyememişti.


Eve dönüş yolunda ben oynamak istiyordum ama o beni duymuyor gibiydi. Somurtkan hâline bakıp bakıp içimden, “Oh oldu sana!” demiştim. Yaz tatiline kadar Asiye’nin yüzü gülmedi. Zaten son senemizdi. Diploma törenine katılmamıştı, ben de gidip sormamıştım.


Yazlıktan dönüşte koşa koşa Asiyelere gittim. Onu çok özlemiştim. Ev bomboştu. İki sokak ötede oturan anneannesine koştum. Yaşlı kadın beni görünce biraz hüzünlü gülümseyerek, “Asiye, öğretmen okuluna girebilse yanımda kalacaktı. Yavrum, ağlaya ağlaya gitti.” dedi.

 

O anda içimde bir şeyler koptu. İlk kez ona karşı haksızlık ettiğimi hissetmiştim.


Gün geçtikçe Asiye’yi daha çok arar olmuştum. Dönmesini o kadar çok istiyordum ki sık sık anneannesine gidip soruyordum. Evlendiğini duyunca çok şaşırmıştım. Oysa hiç istemezdi evlenmeyi. Nasıl oldu da kabul etmişti ki!

 

Yıllar sonra Londra’ya geldim. Asiye, daima aklımın bir köşesinde arada bir kendini anımsatıyor, içimdeki pişmanlığın küllenmesine engel oluyordu.

 

Nasıl bir hayatı olduğunu, hep merak etmiştim. İçten içe bana kızmış mıydı?  Ondan özür dilemeyi, beni affetmesini, o kadar çok istemiştim ki...


Şimdi böyle tam umudumu kesmişken, pat diye karşıma çıkmış; o, beni tanımış ama ben onu tanıyamamıştım. Yüreğindeki o çaresizliğe, yine yabancı kalmıştım...

 

 

2. Olan Öykü 

 

Bülent Başaran; 1975 yılı, Havza doğumlu. Çocukluğu Mersin'de, ilk gençlik yılları Mut İlçesi’nde geçti. 1992 yılında Mut Lisesi’nden mezun oldu. 1994 yılında Atatürk Üniversitesi, Fen- Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü’ne kaydoldu ve 1998 yılında mezun oldu. 1998 Ekim’inde felsefe grubu öğretmeni olarak Samsun Vezirköprü Endüstri Meslek Lisesi’ne ataması yapıldı. 2012 tarihinden bu yana Adana Bahtiyar Vahabzade Sosyal Bilimler Lisesi’nde devam etmekte. Evli. 1,5 yaşında bir oğlu var.

 

Abdullah Bin Mükerrer’in Hikâyesi

 

Tarih öğrencisi olmanın zorlukları saymakla bitmez. Bunlardan ilki, tarihin çok çeşitli ve sınırsız bir alanının olmasıdır. Araştırılacak yüzlerce konu bulabilirsiniz. İkincisi, eski eserlere vakıf olabilmek için, yüksek bir dil becerisi gerektirmesidir. Çoğunlukla, işlevini yitirmiş dillerdir, bunlar. Üçüncüsü, vaktinizin ve emeğinizin sömürülmesidir. Genellikle, bin bir zahmetle elde ettiğiniz bulgular, hocalarınız tarafından, sanki kendi bulgularıymış gibi, gönül rahatlığıyla kullanılır. Yine de avantajı ya da cazibesi diyebileceğim bir yönü vardır. Araştırma ve keşif tutkunuzu canlı tutar, bilmediğiniz dünyaların kapılarını aralayabilir. İşte başkent kütüphanesinde, istisnai bir şekilde iyi korunmuş, 1514 tarihli, El-Kadim Hıfz isimli bir zatın kitabına rastladığımda, bu duygular içerisindeydim. Bu kitabı, ne benim daha önce duymuşluğum vardı ne de bir başkasının. Kitabın serüveni bir tarafa dursun, öyle acayip bir hali vardı ki... Dönemin ruhuna ters bir şekilde, detaylı tasvirler resmedilmişti. Öyle ki insan suretlerinde her türlü duygunun çizgilerini bulabilirdiniz. Biraz solgun gözükseler de renkler neredeyse günümüz renk paletlerindeki denli çeşitliydi. Mikelanj’ın çakma eserlerine benzemiyordur inşallah tedirginliğiyle kitap hakkında küçük bir tetkik yaptırdım ve sonuçta kitap, üzerindeki tarihi doğruladı. El-Kadim Hıfz, Abdullah bin Mükerrer’in anısına yazdığını söylediği kitapta, bu yüce insanın sınır tanımaz cömertliği ve zenginliğinin tanrı katında onurlandırılacağını, insanlar arasında ise asla unutulmayacağını ve dimağlarda ki yerini muhafaza etsin diye, tüm emeğini ve göz nurunu bu kitaba taşıdığından bahsetmiş. Anlaşılan o ki -tanrı katında ki yerini bilemem ama- insanlar arasındaki söylencesi fi tarihte silinip gitmiş.


Abdullah bin Mükerrer, Güney Fas’ın Riha denilen bir mevkinde, bir kasabada doğmuş. İlk gençliğinde, maceracı ruhunun ilhamıyla kendi memleketini terk etmiş. Pek çok işe girip çıkmış ve nihayetinde tüccarlıkta karar kılmış. Bir deve yükü, iki deve yükü derken koca bir kervanın sahibi olmuş. Pek çok yeri görme imkânı bulmuş. Kendi rehberliğinde yürüttüğü kervanlarını, başka kervanbaşçılarına teslim eder olmuş.


Abdullah bin Mükerrer, şehirdeki ilk on yılı içinde herkesin gıpta ettiği bir zenginliğe ve pek az insanın başarabileceği bir eli açıklığa kavuşmuş. Söylence; siyah, hafif dalgalı saçlarının tane âdetini geçen iyiliklerde bulunduğunu belirtiyor. Çevresinde cömertliğinden pay almamış hiç kimse kalmamış. Sebiller, aşevleri ve hatta hayvanlar yıkansınlar ve su içsinler diye kovuklar ve yalaklar yaptırmış.


Abdullah bin Mükerrer, yine bir gezi sonrası; Hindistan dönüşünde, ehil bir fil getirir. Fil biliniyor olmasına rağmen, gören insanlarda, cüssesiyle orantılı büyük bir şaşkınlık yaratır. İlginç olanı, Abdullah bin Mükerrer’in koca fili, birkaç el hareketi ve sesle yönetebilmesidir. İnsan beli kalınlığında hortumuyla herkesi ikiye bölebilecek bu hayvan, yaratılışında sanki bu varmış gibi itaatkâr bir tavırla hareket etmektedir. Üzerindeki süsler ise ayrı bir merak konusudur. Takılar, boyalar, alev alev parlayan kumaşlar, yaldızlı süslemeler… İşte, kitabın renk cümbüşü halinde tasvir ettiği sahnelerden biri de budur. Tüm bu olup bitenler karşısında, Abdullah bin Mükerrer’in işlerini ara ara devrettiği yardımcısının şaşkınlık dolu ifadesi de bu tasvirlerin içerisindedir. Hikayeyi bilmeseler bile herkeste şaşkınlık olarak algılanabilecek bir ifadenin tasviridir, bu. 

 

Yeri gelmişken Yusuf Mahmut’u da anlatalım. Kimdir bu? Yusuf Mahmut, cemalinin tasvirini verdiğimiz yardımcıdır.


Abdullah bin Mükerrer, kervanbaşçılığını yaptığı seferin dönüşünde, bir köyün yakınlarından geçerken, Yusuf Mahmut kervanın yoluna çıkar ve kendini kervana teklif eder. Abdullah bin Mükerrer, delikanlının gözlerindeki ışıltıyı görür ve bir anlığına kendi geçmişini, maceracı ruhunu hatırlar. Oğlanı, yüklere yardım etmesi ve develere bakması koşuluyla kervana katar. Köydeki ana babasına, hayli yüklüce zahire bırakır. Oğlanı da yolculuk boyunca takip eder, iş tutuşunu beğenir. Malların taksimi ve satışından sonra dükkâna döndüklerinde delikanlıya dükkânda birkaç iş verir ve belli etmeden takibini sürdürür. Çok geçmeden dükkânı teslim eder. Yusuf Mahmut, kimi zaman dükkânı beklemeye, kimi zaman da kervanlara katılmaya başlar. Abdullah bin Mükerrer, Yusuf Mahmut’un kervanbaşı olması için henüz erken olduğunu düşünse de tecrübe kazanması için sık sık kervanlarla gönderir. Yusuf Mahmut, köylerinden geçen her kervanla ailesine her türlü erzakı gönderir, kendi gitmişse ziyaretlerinde bulunur. İşte böyle bir ziyarette, Abdullah bin Mükerrer’in tavsiyesine uyarak, Yusuf Mahmut, ailesine, şehre taşınmaları konusunda istekte bulunur; ama onlar sonradan da karşılaşacakları bu istek karşısında, ısrarla köyde kalacaklarını belirterek cevap verirler. El-Kadim Hıfz tam da burada insanların toprağa bağlılığıyla ilgili peygamberden bir hadis nakleder. Şöyledir:


Resulullah konuşurken, yanında bir bedevi vardı. Resulullah buyurdu ki: “Bir adam cennette ziraat yapmak için rabbinden izin isteyecek. Rabbi ona diyecek ki: ‘Sen umduğunu bulmadın mı?’ O da şöyle diyecek: ‘Evet; fakat ben ziraatı seviyorum.’ Ona izin verilecek. Hemen tohum ekecek, bir anda ekin verecek, büyüyecek, harmanı yapılıp dağlar gibi mahsul yığılacak. Rab Teâlâ, ona: ‘Ey âdemoğlu! Senin gözün doymaz ama al bakalım bunu!’ buyuracak. Bunun üzerine, bedevi dedi ki: ‘Böyle bir kimse ya Kureyş ya da Ensardan olabilir. Çünkü onlar çiftçidirler. Biz ise çiftçi değiliz.’ Bunun üzerine Resulullah azı dişleri görünecek kadar güldü. ( Buhâri- tevhit, 38.2)


Abdullah bin Mükerrer’in filine geri dönelim. Filin yarattığı şaşkın seyirci kitlesi dağılmak üzereyken bir acem peyda olur. Afrika sıcağına rağmen ayağında ki çizme, sol omzunu kapatan kısa pelerini, elinde taşıdığı bir tarafı katlanmış koca bir şapkası,  oldukça büyük tokasıyla deri kemeri ve kemerine iliştirilmiş, belinden sarkan uzunca kılıcıyla herkesin yeni ilgi odağı olur. Acem, sonraki yıllarda sıkça görecekleri silahşorlardan biridir. Silahşor, Abdullah bin Mükerrer’in dükkânına girip bir şeyler talep eder. Silahşor, asabi ve heyecanlı tavırlar sergiler. Abdullah bin Mükerrer ise müşterisine sakin ve olabildiğince kibar davranmaya çalışır. Zar zor anlaşıyor olmalarına rağmen silahşorun tavırlarında hiçbir yumuşama olmaz ve en nihayet silahşor kılıcını çekerek, tehditler savurmaya başlar.  Abdullah bin Mükerrer dükkânın arka bölümüne girer ve iki kalın palayla satış yerine geri döner. Abdullah bin Mükerrer’in dükkânında böyle iki pala sakladığı hiç kimsenin ihtimal vermediği bir şeydir. Hatta Yusuf Mahmut bile şaşırır. Dükkânın her köşesini bildiğini düşünürken, bunların nereden çıktığını merak eder. Yine şaşkın bakışlar altında, Abdullah bin Mükerrer, yaşından beklenilmeyen çeviklik ve beceri ile mücadeleye girişir. Acemin tüm hamlelerini savuşturur. Kendi, keskin hamleler savurur. İki pala ellerinde karşılıklı dans etmektedir. Acem şaşırır. Hiç böyle bir teknikle karşılaşmamıştır. Artık tümüyle savunma amaçlı hareket eder ve Abdullah bin Mükerrer talimatını vererek hazırlattığı filin katlanmış hortumuna sıçrayarak yükseklik avantajını kullanır; bir palasıyla acemin kılıcını savurur, diğeriyle de acemin sağ omzuna fazla derin olmayan bir kesik atar. Acem pes eder. Yarattıkları heyecan dalgası durulur durulmaz, Abdullah bin Mükerrer acemin durumuyla ilgilenir. Bağışlanma diler, biraz yiyecek ve bir kese altınla acemi uğurlar.


Hikayenin geri kalanı hakkında bilgi vermek istemiyorum. Hikayenin sürprizlerini bozmayalım. Bu nedenle hikayeyi El-Kadim Hıfz’dan dinlemenizi tavsiye ederim. Beğeneceğinizi umuyorum. 

 

 

3.Olan Öykü

 

Serra Gök, 1996 yılında Samsun’da doğdu. İlk ve orta öğretimi Ankara’da tamamladıktan sonra yine Ankara’daki Kırk konaklar Anadolu Lisesi’nde lise eğitimini tamamladı. Ardından Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nü kazanarak İstanbul’da yaşamaya başladı. Bu süreçte Fransızca, İspanyolca gibi çeşitli dillerde, ve Psikoloji, Felsefe, Dilbilim gibi bölümlerden ders alarak bu alanlarda kendini geliştirdi. Üçüncü sınıfın ikinci döneminde ise İsveç’te beş aylık bir Erasmus deneyimi oldu. Üniversite bünyesinde yurt görevliliği, bölüm öğrenci asistanlığı, Klasik Müzik Koordinatörlüğü asistanlığı gibi çeşitli görevlerde bulundu ve.  Hâlen Boğaziçi Üniversitesi’nde dördüncü sınıfı okumakta.

 

Tahtadan Dünyalar Ateş Aldı Sobadan

 

Münevver Hanım soğuktan kızarmış ellerini inceledi kara sobanın sıcağında. Şişik, yaba gibi elleri vardı. Yer yer kabuk bağlamış yaralar avuç içlerinde… Kendi canını yakmaktan korkarak sağ elinin parmaklarını yavaşça sol elindeki yaralara değdirdi. Sonra avuç içine, parmaklarının iç yüzüne bastırdı. Elleri ne sertti! Nasır tutmayan yeri yoktu sanki. İnadına sobaya daha da yanaştırdı ellerini; ne fayda, sıcağı hissetmiyordu. Başını öne eğdi ve düşünceye daldı. İrfan’ı, Zehra’yı, Neriman’ı ve Kamil’i düşündü. Hafiften bir uyku konuyordu göz kapaklarına. Belçika nasıl bir ülkeydi acaba? Henüz gitmek nasip olmamıştı. Halbuki Zehra üç gün önce telefonda, her zamanki gibi ısrarla çağırmıştı ablasını. “Gerçi Haldun’un işleri bugünlerde biraz yoğun ama…” diye duraksamış -ağzından gereksiz yere çıkmış söze hayıflanan bir duraksama değil gibi gelmişti Münevver Hanım’a, kasıtlı durmuştu sanki- birkaç saniye sonra “olsun sen yabancı mısın, kapımız sana hep açık abla, söylememe gerek yok, biliyorsun değil mi?” diye eklemişti. Ne gerek vardı böyle uzaklara Zehra? Hiç mi özlemiyordu kardeşlerini? Üç yazdır gelmemişti. Halbuki Münevver Hanım hiç böyle kurmamıştı geleceği hayalinde. Herkesi etrafında hayal etmişti. Kalabalık sofralar, mezuniyetler… Pek çok insanın hayal ettiği gibi, dedi içinden. Farkındaydı paylaşılmış bir hayale ortak olduğunun. Ama şimdikini hiç hayal etmemişti. Uzakları katmamıştı işin içine. Gözleri ona sezdirmeden kapanmaya başladı. Böyle bir şeyi düşünmemişti hiç. Hep beraber kalacaklardı. Birlikte daha nice…

 

Uyku ile karışık bir bilinç halinde, küçük çocuklar görüyordu. Birinin elinden tutmuştu hatta. Yüzünü göremese de küçük çocuk tanıdık bir hava yayıyordu etrafa. Rüyaların özünü oluşturan o anlamla dolu ama sakin, sarımsı sessizlik arada çocuk gülüşlerini bastırıyordu ama neşelerinden bir şey eksiltmiyordu. Çocuğun diğer elinde küçük bir nesne çarptı gözüne belli belirsiz, tombul parmakların arasında dört küçük tahta ayak... Tam bunun ne olduğunu soracakken çocuk elini kurtarıp öndeki çocukların arasına karıştı. Münevver gülümsedi ve peşlerinden çabasızca koşturmaya başladı. Yavaş kalıyor, rüya maddesi sarıyordu çocukları gitgide.

 

—Münevver abla!


            Salim’in kalın sesi yerinden sıçrattı onu. Sobayı terk etmenin vakti gelmişti. Kapıya doğru yürüdü.

 

            —Efendim oğlum?


            Salim sandalye siparişlerini müşteriye teslim ettiğini söylemeye gelmişti. Şimdi de izin istiyordu günün geri kalanı için. Malum, düğünleri vardı birkaç gün sonra. Naciye’yle kıza birkaç parça eşya daha alacaklardı az dolaşıp.


            —Tamam Salim, eline sağlık. Git tabii, ihtiyaçlarınızı tamamlayın. Bu saatten sonra gelen de olmaz zaten. Sana zahmet giderken kepenkleri indiriver. Ben arka kapıdan geçerim.


            —Tamam abla, kal sağlıcakla. Görüşürüz.


            Salim uzun, kancalı bir sopayla kepengi yukarıda yakaladı. O aşağı çektikçe penceresiz marangozhanenin içi daha da kararıyor, Münevver Hanım’a bu dükkânda kalan zaman daralıyordu. Sonunda görmeden, yalnızca sesini duydu kepenge vurulan kilidin. Şimdi ışık bir tek sobanın mazgalından sızıyordu, eriyen altın gibi. Üzerinde uyukladığı sandalyeye tekrar oturdu. Ateşin ışığıyla görmek zor olsa da uzaktaki eşyanın dış çizgileri yavaş yavaş belirginleşiyordu gözü karanlığa alıştıkça. Keresteler, tezgâhın üstündeki testereler, zımpara makinesi… Burası, bu marangozhane onun sığınağıydı yıllardan beri. Babası hayattayken gözüne farklı görünürdü. Talaşların havada uçuştuğu, ayak işinin eksik olmadığı bir yerdi o zamanlar. O sebeple pek uğramak istemezdi çocukken. Bir yerlere götürülecek bir şey çıkar da babası ona görev verir diye yolunu uzatmak pahasına da olsa geçmezdi marangozhanenin önünden. Şimdi o günleri hatırlayıp babasının mutlaka bu küçük oyunlarını fark etmiş olduğunu, ama ses etmediğini düşünüyordu. Şefkatli adamdı Halis Bey. Babasının hayatta olduğu zaman farklı bir zamandı. Hem korkardı ondan hem de aralarında diğer kardeşlerinden farklı, derin bir bağ var gibi hissederdi. Sonuçta en büyük kardeş oydu. Babasıyla en çok zamanı o geçirmiş, onu en çok kendisi tanımıştı. Zaten babasının onu korkutacak denli sinirlendiği çok az olmuştu. Hafızasında -ve mahallelinin hafızasında da öyle olduğuna inanırdı- hep sevecen, yardımsever, mütevazı biri olarak kalacaktı. Ölmeden birkaç yıl önce, Münevver on beşindeyken başlamıştı ona tahtadan dünyalar kurmayı öğretmeye. Beraber tabureler yapıyor, tahta kuşlar oyuyorlardı. O zaman İrfan daha on, Zehra sekiz, Neriman üç yaşındaydı. Annesi Kamil’e hamile bile değildi henüz. Babası onu hiçbir zaman zorlamıyordu gelmesi için, ama Münevver’i görünce istemsizce gülümseyen dudakları ve sevinçli yüzü Münevver’in aklında daha dün gibi canlıydı. Sonra bir gün uyanınca evde huzursuz bir sessizlik sezdi. O gün öğrendi babasının ölümünü. Ölüm sebebini hemen söylemediler; söyledikten sonraysa bir daha hatırlamak istemedi. Tek gerçek onun artık bu dünyada var olmadığıydı. Bir anda değişmişti Münevver’in hayattaki yeri. Gün ışığından kaçırılıp soğuk, nemli bir mahzene kapatılmış gibi dertli hissetti. O günden beri “Babacığım,” diye ne zaman mırıldansa bu mahzenin nemi gelir, kalbinin ortasına dükkanını kurardı.

 


Kamil’i birkaç ay önce doğurmuş olan annesi bebekle ve diğer küçüklerle ilgileniyordu ilgilenmesine ama yüzünde acı ve üzünçle karışık bir boşluk vardı. Bakıyor da algılamıyordu sanki. Dükkanları bir iki hafta kapalı kaldı. Fakat artık böyle gidemezdi. Annesine konuyu usulca çıtlattı bir gün Münevver. Konuşmanın sonu ise hiç umduğu gibi gelmedi; annesi dükkânı satmayı düşünüyordu. Onca anı… Babasının varlığının hâlâ kuvvetle hissedildiği tek yerdi onun için marangozhane. Bir yanda da okulun daha başında olan iki çocuk... Neriman da çok değil iki sene sonra okula başlayacaktı. Dükkânı satmak neye çözüm getirecekti? O an tüm bu hesaplaşmaların arasında bir karar aldı: Dükkânı o işletecekti. Büyük paralar kazanmıyorlardı oradan elbet, ama çocukları okutmaya rahat rahat yeterdi. O zamanlar elimizin emeğinin bir değeri vardı tabii, diye düşündü Münevver Hanım. O sırada sobadaki ateşin öfkeli çıtırtısı irkiltti onu. Ateş son demlerinde olduğunu haber veriyor, garip ve tatlı bir hissizlik yayıyordu çevresine. Biraz daha… Münevver Hanım’ın biraz daha burada kalmaya ihtiyacı vardı. Üşüyordu. Anılar onu pençesiyle kavramış, yutmak ya da salıvermek için bekletiyordu.


Zihnini tekrar marangozhanedeki o ilk zamanlarına yöneltti. Annesini ikna etme uğraşı zorlamıştı onu, lisenin son yılını okulla dükkân arasında koşturarak geçirmişti. O okuldayken mahalleli nöbetleşe idare ediyordu işleri. Haklarını ödeyemem, diye geçirdi içinden Münevver Hanım ya, zaten hakkını ödeyebileceği çok az insan kalmıştı o zamanlardan. Kimileri bu dünyadan kimileri de bu mahalleden göçmüştü. O insanlar sayesinde okulu bitirebilmişti. Lise diplomasını alınca da onu gururla herkese göstermiş, sonra aslını özenle sandığının en altına saklamıştı. Böylece okul, yalnızca sandık açıldıkça hatırlanacak eski bir heves olarak derinlere gömülmüştü onun için. Babası böyle olmasını istemezdi muhakkak, kaç defa onu karşısına oturtmuş, adının anlamını açıklayıp durmuştu Münevver’e. Ama o bunu babası için yapıyordu, artık hayatta olmayan o şefkatli yüzün hatırı için. Yine de Münevver Hanım neleri feda ettiğini bilecek olgunluktaydı diplomayı derinlere saklarken. Birimiz hepimiz için… (Meşhur sözün öteki kısmı onun için asla gerçekleşmeyecekti ama bunu o zamandan bilmenin imkânı yoktu). Kardeşleri mutlaka güzel yerlere geleceklerdi okulu bitirince ve bunu onlara Münevver sağlamış olacaktı. Doğru şeyi yaptım, dedi Münevver Hanım içinden, yine olsa yine bu yolu seçerim.


Lise bittikten sonraki yıllarda dükkanla iyice bütünleşmiş, talaşsız günler onun için manasızlaşmaya başlamıştı. Mahalledekiler de onu orada benimsemiş, saygı duyar olmuştu. Onun yaşında bir kadın için zordu erkeklerin arasında var olmak. Biliyordu, ama pes edemezdi. Yılmadı. Babasını aratmayan dürüstlüğü ve iş ahlakıyla yavaş yavaş Münevver ablası oluvermişti esnafın. O da bundan memnundu. Ablalık onun bu ortamda ayakta kalmak için gerek duyduğu kalkanıydı. Küçüğü olduğu kadar büyüğü de onu “abla” diye çağırıyordu. Her “abla” oluşunda esnafın içine daha da kabul edilmiş hissediyor, ama öte taraftan kendine bir aile kurma ihtimali gitgide uzaklaşıyordu. Olsun, bunu da daha başında göze almıştı Münevver Hanım. Bu ailenin ona ihtiyacı vardı. Bir yandan siparişlere yetişmeye çalışıyor -şimdi on beşinde olan İrfan da ona okuldan arta kalan vaktinde yardımcı oluyordu- bir yandan da karşısında babasının hayali otururken tahtadan küçük oyuncaklar, nesneler yapmaya devam ediyordu. Bunlardan şimdi bile ona öyle gelen en güzeli, küçük bir oyuncak attı. Onu özenle oymuş, boyamış, Kamil’e vermişti oynasın diye. Küçük çocuk ne sevinmişti bu hediyeye. Haftalarca o at tombul ellerinden düşmemişti. Kuşlar, atlar, küçük süsler yapmak Münevver Hanım’a iyi geliyordu. Tahtaya dokunmak küçüklüğüne, hatta daha da geriye, doğaya dönmek gibiydi. Nesneler elinde şekil alırken sanki tüm dertleri akıp yere dökülüyormuş gibi gelirdi ona. Yaptığı bu süsler, hayvanlar ağzından çıkan sözleri dinler, anlardı. Burası bir sığınaktı gerçekten onun için.


Zaman böyle tatlı ilacını sunarak, fark ettirmeden akmıştı tüm kaybedilmişlikleriyle. Önce üniversiteyi burada okumuş olan İrfan bitirdi okulu ve öğretmenliğe başladı yakın illerde. O gidince birkaç yıl kendi başına idare etti dükkânı Münevver Hanım. Ara sıra Zehra uğruyordu ama mezuniyeti yaklaştığı için pek duramıyordu. Ziyanı yok. İktisat zor bir bölümdü. Hem sonra Haldun vardı. Zehra’dan birkaç yıl öndeydi ama mezun olduktan sonra da onu bırakmamıştı, ciddi gibiydi bu iş. Salim’in ailesi tam da zamanında mahalleye taşınmıştı. Hey gidi Salim! Çocuktu daha o zamanlar. Ailesi fakirdi. Münevver Hanım’ın içi ısınmıştı bu çocuğa, belki Kamil’le yaşıt olduğundan. Zehra yirmi üç yaşında ilk işine girince Münevver Hanım da Salim’i işe aldı. On üç yaşındaki bu çocuk muydu az önce kepenkleri kapatıp giden? Salim işe ilk girdiği günkü gibiydi hâlâ: hevesli, yardımsever, öğrenmeye açık… Otuz yıl geçti üstünden deseler, aynadaki altmışlık, solgun kadını görmese zor inanırdı. Şimdi Salim’in kızı evlenmek üzereydi ha! Birden vücudunda daha önce kulak vermediği bir yorgunluk hissetti. Gerindi. Saat kaç olmuştu acaba? Evdekiler merak etmiş midir?


Anıların hücumuna fazla karşı koyamadı yine de. Salim’in işe girişini, Kamil’le bugüne kadar uzanan dostluklarını düşündü. Salim’in gelişinden bir yıl sonra Zehra’yla o büyük kavga yaşanmıştı. Bir gün Zehra bembeyaz bir elbiseyle çıkagelmiş, onlara Haldun’la yıldırım nikahı kıydıklarını haber vermişti. Daha bunun getirdiği şaşkınlığı üzerlerinden atamadan yurtdışı planlarından bahsetti. Bir iki yıl içinde Haldun’un çalıştığı şirket onu Belçika’ya gönderecekti. Zehra da çoktan oradaki iş imkanlarını araştırmaya başlamıştı. Annesi susuyordu ama Münevver Hanım’ın susacak sabrı kalmamıştı. Tartışmaya başladılar. “Nasıl yaparsın Zehra, bize bir haberi bile çok mu gördün?” deyip duruyordu ablası Zehra’ya. Zehra sebeplerini açıklamaya çalışıyordu ama ablasının durmak bilmeyen sitemleri engel oluyordu ona. Sonunda böyle bir şey dediğine hep pişman kalacak olan Münevver Hanım “Ben bunca yıl siz böyle kopup gidin diye mi buraya kendimi hapsettim!” deyiverdi. Bir anda ağzından çıkmıştı bu söz ama yanlıştı. Ne marangozhane bir hücreydi onun için ne de kardeşlerinden biri ondan böyle bir fedakârlık istemişti. Nitekim onun sözü kadar hızlı bir cevap geldi Zehra’dan: “Yapmasaydın abla!”. Bu öfkeli cümle Zehra’nın ateş gibi gözlerinden onun yüzüne doğru fırlatılmıştı sanki. Durdu. Ne diyecekti? Kimin hayatı başladığı yerde bitiyordu zaten? Gidecek olanı kimse tutamazdı. Demek ki yüreklerde sevginin uzanabildiği yer buraya kadardı. O akşam kara bulutları gördükçe içten içe kuduran bir deniz gibiydi evin içi. Dalgaların uçları hırsla kıvrılıp denize vuruyor, ama yağmur yağmadığından fırtına da kopmuyordu bir türlü. O günden sonra bu konu bir daha açılmadı. Zehra yurtdışında güzel bir yuva kurdu kendine ve işinde de çok iyi yerlere geldi. Kabul etmeli, diye düşündü Münevver Hanım.


Onun gidişinden sonra artık olanlar vurucu gelmiyordu. Çocukluğundan beri hayata karşı varlığını ispatlayamamış olan Neriman yirmi yedisinde öğretmenlik yaptığı okuldan biriyle evlenmiş, otuzunda “Geçinemiyoruz” deyip boşanmıştı. Oğluyla geri dönmüştü ilk evine. Kamil de üniversiteden “beklediğini” bulamayıp Neriman’ın dönüşünden beş yıl sonra, şansını bu sefer de orada denemek üzere şehir merkezine taşınmıştı. Küçüklükten beri hayalim, derdi, bir fotoğrafçı açtı kendine. İşler iyi gitmişti onun için. Çok geçmeden de annelerinin vasıtasıyla tanıştığı bir kadınla evlenmişti. Birkaç yıl aradan sonra gelen ikizlerin doğumunda Münevver Hanım pek duygulanmıştı. Birinin göbek adını Münevver koyduk abla, demişti Kamil gülümseyerek. Yeğenlerin doğum haberini alan İrfan da yalnızlıktan sıkılmış olmalı ki ilçeye tayin istemiş, bir yıl içinde baba evine on dakika mesafede bir apartmana taşınmıştı. Şimdi annelerinin, Münevver Hanım’ın ve Neriman’la oğlu Metin’in yaşadığı bu anılarla dolu eve birkaç günde bir uğruyordu. Kamil de çoğu hafta sonu eşini ve çocuklarını alır gelirdi ziyarete. Yılları öyle geçip gitti. Zehra eskiden her yıl uğrardı ama son üç yıldır uğramamış, çocukların okulunu, Haldun’un işlerini bahane edip durmuştu. Münevver Hanım yılların pekiştirdiği acısından mıdır nedir, hiç ses etmedi onun bu silinişine. Özlüyordu ama “Neden gelmiyorsun artık?” diye sormadı hiç. Ev onlarsız da yeterince ıssızdı. Bazen cumartesileri Münevver abla marangozhanesinde otururken İrfan uğrar, yukarı çıkar; Kamiller gelir; Metin ona yemek getirir geri giderdi. Hayat da böyle dolup boşalmıyor muydu? Yıllar ve saniyeler ne kadar farklıydı sanki? Hepsi çok fazla anlamla doluydu. Münevver Hanım kalbinin tüm vücuduna genişlediğini hissetti. Mutluluk da acı da sinir uçlarına varıyordu artık. Anılar kadar anı olamayanların da canını yaktığını fark etti o an. Yıllar sonra tekrar önemli bir karar alıyordu.


Sobadaki ateş son defa ışıldadı ve gitti. Münevver Hanım bir an daha beklemeden kalktı. Karanlık dükkânın apartmana açılan arka kapısından çıkarak merdivenleri tırmanmaya başladı. O gece rüyasında yine tanıdık çocuğu görüyordu. Tombul eli yine doluydu, belki bir attı bu, küçük bir oyuncak at. Bu sefer hissediyordu çocuğun kaçıp gideceğini. Dizlerinin üstüne çöktü ve sımsıkı sarıldı ona. Çocuk beklemediği bu davranıştan sonra biraz duraksadı ama çabucak eski haline döndü ve koşarak öndeki çocukların arasına karıştı. Onlara son bir kez baktı Münevver, gülümsedi ve arkasını dönüp gitti.

 


Münevver Hanım sabah uyandığında akşamki kararlılığından zerre kaybetmemişti. Tasarısını ailesine açtığında gelen tepkileri hesaba katmıştı. Amacı bunları dinleyip vazgeçmek değildi. Ailesi onun kararlı olduğunu anlayana kadar o çoktan üç saat uzaktaki kıyı kentinde bir ev bulmuştu kendine. Ne çok uzak ne çok yakın… Marangozhaneyi Salim’e devretmek için gerekli işlemleri başlatmıştı. Ne de olsa kardeşlerinin kendi geçim kaynağı vardı artık, annelerinin sorumluluğu bundan sonra onların üzerindeydi. Kardeşlerine böyle söyledi ve birkaç ay içinde taşındı anılarının bu kederli şatosundan. Şimdi her gün biraz yürüyüp deniz kenarına iniyor. Yeni bir defter aldı kendine. Ona yazmaya başladı. Çünkü Münevver’in kalbi çok büyük ama yaşanmışlıkları artık oraya sığmıyor.  

 

4. Olan Öykü

 

Kendi kaleminden Kerime Sak; Karın yeni doğan küçücük bir bebeği içine alıp yutacağı bir kış günü, yepyeni bir hastanenin ameliyathanesinde hayata gözlerini açan ilk bebek olmuşum. İlkokulu Van’da okuyup oranın insanına, insanının aksanına alışmış, ısınmışken babam yaşlanan ebeveynine yakın olmak istediğinden İstanbul yolları görünmüş bize. Lise sondaki hararetli çalışmalar beni o kadar boğmuş olacak ki rahatça okuyacağım bir bölüm istemiş, Boğaziçi Okul Öncesi Öğretmenliğini de bu sebeple gözüme kestirmiş, tahmin ettiğim gibi huzur içinde okuyup mezun olmuşum. Okurken de Türkiye’nin resimlerinden hayran olduğum beldelerini gezmiş, Avrupalar görmüşüm. Mutlu son olarak bir de evlenmişim ama masalım burada bitmemiş. Eşim kişisel gelişimim için bana çok destek olup ilgi alanlarımda ilerlemem için beni teşvik etmiş. O sebeple olsa gerek şimdilerde yazılar yazar olmuşum. 

 

İntikam Bazen Bir Aperatiftir

 

Ellerim terliyor. Terli işaret parmağımla zile basıyorum. Parmak izimin bir çiğ tanesi gibi zili ıslattığını görüyor, bir gayret silerken tekrar basıyorum zile. Oğlum bu ne acele diyor babam, görgüsüz sanacaklar bizi.

 

Evin içerisindeki heyecanlı seslenişler, koşuşturmacalar kulağıma incecikten dokunuyor. Evin içindekilerin de bizim kadar heyecanlı olduğu düşüncesinin beni rahatlatması gerekirken ellerimin yağmur yağdırma kudretinde olduğunu keşfediyorum. Annem bir çırpıda gömleğimin cebindeki mendili çıkarıp beni güzelce kuruluyor. Avuçladığım çiçek demetini ve el ayalarımı da silmesini rica ediyorum. O esnada kolumda zoraki duran çikolata kutusunu düşürmeden ustalıkla kuruluyor her yeri.

 

Annemin mendili göğüs cebime geri sokuşturmasıyla kapı aralanı

Hollanda'da Kadin dergisi ile Ramazan

Avrupa’ın ilk ve tek en uzun soluklu dergisi KADIN 16 yaşında.